İnsanın hikâyesi yalnızca bir bedenin dünyaya gelişiyle başlamaz. Başka bir insanla temas ettiğimiz an başlar. Doğduğumuz andan itibaren bir bakışa, bir söze, bir dokunuşa ihtiyaç duyarız. Çünkü insan, doğası gereği sosyal bir varlıktır. Sevgimiz de korkumuz da iyileşmemiz de yaralanmamız da başkalarıyla olur. Ve işin tuhaf yanı şudur: Bizi en çok iyileştiren de insandır, en çok yaralayan da…
Oğlumun kolundaki Latince dövme şöyle der: “İnsan insanın kurdudur.”
Bu söz çoğu zaman karanlık yorumlanır. Oysa insanı en iyi tanıyan, en derin yaralarına da en güçlü şifasına da dokunabilen yine insandır. Tarih boyunca evrimimizi hızlandıran da, yavaşlatan da birbirimize olan etkileşimlerimiz oldu. Ateşi bulan da insandı; ateşi yemeğe dönüştüren de, yangına çeviren de. Yalnızlık ve güç dinamiklerin zayıf kalmasından korkan ve toplumu oluşturan da, özgürlük, bireysellik isteyen de aynı varlıktı.
Bugün ilişkilere baktığımızda; kırılmaların, güven kayıplarının, tükenen dostlukların ortasında aynı soruya ve soruna dönüp duruyoruz:
Neden birbirimize bu kadar muhtacız ama aynı zamanda birbirimizi bu kadar incitecek kadar uzağız?
Çünkü insan, insanın aynasıdır. Samimiyetsiz samimiyet dediğimiz şey çoğu zaman bireyin kendi öz benliğini bulamadan, çevresel kalıplarla hareket etmesinden doğar. Ailede, toplumda, kültürde öğretilen korkular; bireyin kendi gerçekliğini bastırır. Böylece kişi kendi olmaktan ziyade başkasının gölgesine dönüşür. Kıskançlık, aldatma, yargılama, dışlama… Hepsi en yakın ilişkilerde daha güçlü ortaya çıkar; çünkü ne kadar yakınsak o kadar tetikleme gücüne sahibiz… Gerçek kendini ancak başkasında görürse artı–eksi fark ederek olmalı veya olmamalı karar merkezinde teraziler.
İnsan, insandan korkarak da gelişir; severek de… Seçim insanın kendine bağlı bir yol dengesidir.
Fakat bu yolculukta bir incelik vardır:
İlk adım, toplumsal öğretilerin, gelenek ve göreneklerin dışına çıkıp kişinin kendi “kendimcilik” yanını geliştirmesidir.
Kişi, bireysel gelişimini sürdürebilmek için, çevresel kalıplardan önce kendi temel ihtiyaç dinamiklerini bilmelidir.
Yine de unutmamak gerekir: İnsanın insana yaptığı kötülük kadar, ona verdiği ışık da gerçektir. Bazen tek bir cümle bir yaşamın dinamiklerini değiştirebilir. Bazen bir tebessüm yılların acısını susturur. Bugün toplum hâlâ ayakta duruyorsa, bu “kurdun” içindeki merhametli taraftandır. Yarayı saran, yükü paylaşan, merhameti hatırlatan yanımızdan… Umut canlıdır hayat kurtarır.
Belki de asıl soru artık şudur: Kimim ben?
İçimizdeki kurt mu gerçek, yoksa öz benliğimiz mi?
Her gün verdiğimiz küçük seçimlerle hangi tarafın güçleneceğine biz karar veriyoruz. Çünkü korku insanı kendi özü gibi yaşatmaz; oysa insan ancak kendi yüzüne samimice baktığında ve başkasına da gerçek anlamda samimiyetle dönerek bakabilir.
Bu yüzden sana üç soru bırakıyorum:
1. Ben kimim? Etiketsiz, unvansız, soyadı olmadan… Gerçek ben kim?
2. En son kendin için ilk defa ne yaptın? Kendine bir ilk’i hediye etmeyi ne zaman hatırladın?
3. Şu an kendi nefesini hissediyor musun? Yalnızca var olduğunu fark etmek bile iyileştiricidir. Nefesine odaklan ve her şeyin aslında yolunda olduğunu kendiciliğinde fark et.
Gelişim çoğu zaman içeriden dışarı doğru başlar. Kendini bilmeyen “ben”, sağlıklı bir “biz” yaratamaz. Toplumun samimiyeti de bireyin kendisiyle olan samimiyetinden doğar.
Ve unutma:
İnsan insanın kurdudur, ama insan aynı zamanda insanın umududur.
Sen değişirsen, senin yüzünden dediğin, senden yayılan her şeyle beraber değişir.