Toroslar’ın eteğindeki bir yaylada bir yıl öyle bir yağmur yağmış ki dere yatakları kabarmış, yollar çamurdan geçilmez olmuş. Yaylanın gençleri çadırları su basmasın diye oraya buraya taş dizmiş, set çekmiş ama su, her defasında bir yol bulup onları aşmış. Çaresiz kalan gençler, obanın bilgesi Koca Bilge’ye koşmuşlar:
“Dede, suyu nasıl durduracağız?” diye yalvarmışlar.
Koca Bilge ağır ağır kalkmış, yağmurun altında derenin başına kadar yürümüş. Bir süre hiçbir şey söylemeden suyun akışını izlemiş. Sonra eğilip eline bir avuç çamurlu su almış:
-“Evlatlarım,” demiş, “Su kimseye darılmaz; sadece yüzyıllardır yürüdüğü yolu ister.”
Gençler şaşkınlıkla birbirlerine bakmış:
“Peki biz neyi yanlış yaptık?”
Koca Bilge, derenin önüne dizdikleri taş setleri gösterip konuşmuş:
“Yağmurdan korkuyorsunuz ama yağmur yıllardır aynı yağmur. Asıl değişen sizsiniz. Suyolunu kapatırsanız, o da sizin yolunuzu kapatır.”
“Bir çözüm yok mu dede?” diye üsteleyince, bilge adam yürüyüşünü yavaşlatmış, yüzündeki yağmur damlalarını silmiş ve son sözünü söylemiş:
“Evladım, suyun yolunu değiştiremiyorsanız, aklın yolunu değiştireceksiniz. Çünkü sel gökten yağmaz; sel, ihmalden doğar.”
Toroslar’daki o yayla, bugünün Alanya’sından çok da farklı değildi aslında.
Su aynı su, yağmur aynı yağmur!
Değişen yalnızca doğayla kurduğumuz ilişki, şehirle kurduğumuz kültür ve yönetim anlayışının gösterdiği özensizlik oldu. Alanya’da birkaç gündür yaşadıklarımız da bize suyun değil, ihmalin taştığını gösterdi.
Yıllardır Alanya’da herkes gökyüzüne bakıp “Bir damla yağsa da toprağımız nefes alsa” diye dua ediyordu. Avokado ağaçlarının suya bakan yapraklarından, muz bahçesinin susuz toprağına kadar herkes yağmuru bir bayram sabahı bekler gibi umutla bekliyordu. Ama ne hikmetse yağmur, şehre bir türlü mevsimlik bir misafir gibi değil; biraz da küskün bir akraba gibi geldi! Toprağa bereket diye inen su, bu kez çarşıdaki dükkânın içine kadar yürüdü. “Biz yağmuru beklerken, yağmurun da bizi imtihan eder gibi beklediğini anladık.” Bir yandan toprağın susuzluğu dinecek diye sevindik, öte yandan dükkân eşiklerinden içeri dolan sular sevincimizi gölgeledi. Yağmur aynı yağmurdu ama şehir artık o yağmuru taşıyacak hâlde değildi.
Bugün Alanya’da gördüğümüz manzara, yağmurun değil, yıllardır üst üste biriken ihmallerin resmidir.
Bir şehir yağmurla değil; yağmuru okuyamamakla, mevsimi öngörememekle, suya hak ettiği koridoru açamamakla sınanır! Eğer biz suyun yüzyıllardır izlediği yolu kapatıyorsak, su da döner bizim kapattığımız yerden taşar. Yönetim kültürü dediğimiz şey tam da burada başlar: Doğayı rakip görmek değil, onunla birlikte düşünmek; krizi yağmur yağınca değil, yağmur yağmadan önce hesaplamak; yağmura kızmak yerine kurduğumuz düzeni sorgulamak…
Çünkü hakikat şudur ki:
Bizi zorlayan yağmur değil, yağmura hazırlanmayan akıldır.
Doğa bildiğini yapıyor; asıl değişmesi gereken, ona kulak vermeyi unutmuş zihniyettir!
Bazen bir şehir, çok yağmur yağdığında değil, en çok unuttuğunda sınanır.
Unuttuğu şey de aslında çok basittir: Suyun bir doğası, aklın ise bir sorumluluğu olduğudur.
Bugün Alanya’nın ihtiyacı olan da tam olarak budur: Doğayı suçlamak yerine, doğaya rağmen kurulan düzeni yeniden düşünmek… Çünkü sel, gökten inen bir felaket değil; yerden yükselen bir ihmalin sessiz adıdır!