Uzak diyarlarda, masallara konu olan küçük bir Şirinler köyü varmış.
Her evin bacası maviye boyalı, her yolda mantar evlerin kokusu olan bu köyün adı 103. Köy'müş.
Görünüşte masalsı bir yer olsa da, içinde dönen işler masallardan çok, Alanya’nın kendisini andırırmış.
Bir sabah erkenden uyanan Şirin Baba köyün sokaklarını dolaşırken kendi kendine sorup durmuş:
“Bu kadar uzman varken bu köy neden hâlâ düzensiz?”
Çünkü meydanda biriken şirinlerin her biri bir konuda profesör kesilmişti.
Ekonomiden bahsedilse hemen bir “Ben demiştim!”
Siyaset karışsa hepsi bir anda politikanın kitabını yazan bilge kesilirdi.
Sağlıkla ilgili iki kelime duyulsa, ertesi gün bütün köy tıp fakültesi kürsüsüne çıkacak kadar bilgiyle dolardı.
Ama nedense iş çözüm üretmeye gelince herkes ortadan kayboluyordu.
Şirin Baba bu duruma bakarken ister istemez aklı Alanya Belediye Meclisi’ne gitmiş.
Meclis var, parti başkanları var, koltuklar var…
Ama icraat yok.
Başkan görünmez olmuş.
Siyasi parti temsilcilerinin yüzü ise sanki gönüllü değil de zorla göreve gelmişçesine düşük.
“Hele bir şu görev süresi dolsa da gidebilsek,” hissi her yere sinmişti.
Ne iş yapılınca istek vardı, ne sorumluluk alınca gurur.
Yorulmuşlardı, tükenmişlerdi, artık gezmekten bile usanmışlardı.
Halk “Peki çözüm nedir?” diye sorunca da herkes cümleleri yuvarlıyor ama hiçbir somut adım atmıyordu.
Kimse ne yapmak istediğini bilmiyor ama herkes neyi yapamadığını anlatmakta ustaydı.
Tam bu hengâmenin ortasında, yıllardır süregelen başka bir masalın da dumanı yükseliyordu.
Alanya, Türkiye’nin bacasız sanayilerinden biri olan turizmin göz bebeğiydi.
Ve her yıl tekrarlanan aynı cümleler vardı:
“İstihdamı 12 aya çıkaracağız.”
“Turizm çalışanı kışın işsiz kalmayacak.”
“Sezonu uzatacağız.”
Yıllardır aynı nakarat…
Ama sonuç?
Sezon biter bitmez oteller birer birer kepenk indirdi.
Yaz boyu ter döken emekçiler, şimdi kış ayazında iş arar hâlde.
Yakın şehirlerden çalışmaya gelenler memleketlerine döndü, kalanlar ise işsizliğin soğuk yüzüyle baş başa.
Şirinler Köyü’nde bile durum daha masalsı kalıyordu.
Köyde bir tek istihdam meselesi bile çözülmemişken, herkes kendi kendine soruyordu:
“Bu kadar yıldır turizmde bir kış meselesini çözemeyenler başka neyi çözecek?”
İki kaldırıma renk katıp, iki asfaltı yenileyip bunu büyük icraat diye sunanların masalı da çoktan bayatlamıştı.
İnsanların hayatındaki gerçek açlık, süslü açıklamalarla doymuyordu.
Köy meydanında bir başka grup daha dikkat çekiyordu:
Gazetecilikle uzaktan yakından alakası olmayan, ama “Ben gazeteciyim!” diye ortalarda dolaşıp, “Ekmek paramı kazanıyorum” deyip milleti tokatlayan şirinlerin sürüsü…
Gerçek gazetecilerin yüzünü yere eğdirecek kadar mesleği itibarsızlaştıranlar…
Üç kuruş uğruna sesini, duruşunu, onurunu satanlar…
Ama iş çığırtkanlığa gelince, nedense o üç kuruş bir anda bulunuyordu.
Köyün ortasında ise bitmeyen bir tartışma sürüyordu:
“Ben daha akıllıyım!”
“Hayır ben daha zekiyim!”
“Bu köyü en iyi ben bilirim!”
Ama bütün bu bilirimciler bir bardak suyu karşı evin kapısına götür desek yolu bulamazlar.
103. Köy’ün en büyük sorunu da buydu zaten:
Herkes çok biliyor, ama kimse birlikte hiçbir şey yapmıyordu.
“Ben” demek kolaydı.
“Biz” demek zor.
Köyün en sessiz köşesinde ise gerçekten çalışan bir şirin vardı.
Ne gürültü koparıyordu ne ortalığı ayağa kaldırıyordu.
Sadece işini yapıyor, üretiyor, emek veriyordu.
Ama sesi hiç duyulmuyordu, çünkü emeğin sesi hiçbir zaman çığırtkanların sesinden yüksek çıkmazdı.
Gün battığında, köyü izleyen herkesin aklında tek bir cümle yankılanıyordu:
“Sözde büyüklerin özde küçük olduğu yerde, bilgi çoktur ama iş yoktur.
Herkes uzman kesildiği sürece gerçek uzmanlara hep ihtiyaç kalacaktır.”
Ve böylece 103. Köy’ün bu haftaki masalı da sona erdi.
Profesörler Diyarı Alanya’nın gölgesinde, gerçeği söyleyenlerin sesi yine rüzgârda kayboldu.